Bu Blogda Ara

1 Şubat 2013 Cuma

İnsan Kaybettikleriyle İnsandır

Her sabah pencerenin kenarına konan kuş artık gelmez olmuştur. Bayat ekmek kırıntıları, alıngan bir kuşun geride bıraktığı son parçalardır. Kim bilir hangi hoyratlığına alınıp gitmiştir buralardan. Birkaç sabah daha merakla pencerenin kenarına baktığınızda, kırıntılar hâlâ oradaysa, küçük bir iç buruntusu hepsi o kadar... Bir kuş giderken neler götürebilir ki yanında? Oysa bir sevgili giderken pek çok şeyi alıp gitmiştir. Utangaç ilk dokunuşları, akşam vakti sinema çıkışında yağmura yakalandığınızdaki sarılmaları, kimi sayfalarındaki satırların altı çizili şiir kitaplarını, telefon konuşmalarındaki ağlayışlarını, soğuk bir havada boynuna doladığın ve onun kokusu sinmiş kaşkolu, karşılıklı içilen kahvelerin değişmez fincanlarını. Filmlerden ezberlediğiniz ve birbirinize söyleyip durduğunuz replikleri, arkadaşlarınızla birlikteyken kaçamak olarak birbirinize fırlattığınız şehvetli bakışları. Doymamacasına dinlediğiniz bir Ortadoğu ezgisini, Balat sokaklarına gizlediğiniz gülümsemeleri, sık gittiğiniz bir lokantanın kokusunu, evlenince ilk hafta yapılacak yemekler listesini, simidin yanında şekersiz içilen çayları, minicik ağızlarıyla kurşun emen çocukların acısıyla burkulan yüreğini, tülbendine, hain bir bombardımanda ölen kocasının kanı bulaşmış ve ağlayıp duran kadının hüznüyle kan çanağına dönmüş güzel gözlerini, bir ebru deseninden ayırt edilemeyecek ellerini. Unutulmuş bir randevudan kopan tartışmaları, kendi elleriyle yaptığı ve tuzun fazla kaçtığı bir yemeği tadarkenki yüz buruşturmalarını, her gece ayın şekline bakıp verdiği yeni isimleri, saçlarını çiçek tarlasına dönüştüren minik tokaları, çocukluğundan beri sakladığı ve artık parçalanmaya yüz tutmuş, sağından solundan ipler sarkan bez bebeği. Solgun gecelerin ayazında birlikte edilen duaları, hayata ve insan olmaya dair bitimsiz konuşmaları, küçük sakarlıkların ardından gözlerimizden yaşlar getiren kahkahaları, sokak lambasının neşeli ışığıyla paylaşılan yalnızlıkları, cızırtılı bir radyoda çalan şarkıya dans ederek eşlik edişleri, bazı satırlarındaki mürekkebi gözyaşlarıyla dağılmış mektupları, lunaparkta bindiğiniz atlıkarıncadan birbirinizin elini tutma isteğini ve çocuklarınkine karışmış neşeli bağırışları. Gözden uzak, eski, küçücük bir caminin, içinde birkaç yaşlının oturup ta ölümü beklediği avlusundaki hevesli sözleri. Sudan sebeplerle edilen bir kavganın ertesinde özür dileyebilmek için bahane aramaları ve mahcup bakışları, kaybettiğimiz iyi dostları anarken gözlerinin dolup dolup taşmalarını, onun yüzü, bakışları, elleri, hüznü, sevinci, hayatınıza girdiği ilk andan itibaren yaşanılan her ne varsa alıp gitmiştir sevgili. Bir sevgili gittiğinde, ona baktığınız gözlerinizi de alıp gitmiştir. Bir sevgili gittiğinde, altında onunla dolaştığınız gökyüzünü de alıp gitmiştir. Bir kuş, bir sevgili... İnsan kaybettikleriyle insandır.

Ben Hiç Yağmurda Dans Etmedim

Kırgın, yorgun ve sessiz bir sonbahardı. Bildiğim ve özlediğim bir şehirden geçiyordum. Bir nefeslik sigara, demli bir çay ve dost sohbetiydi, kısacık zaman dilimlerine sığdırmaya çalıştığım. Akşamı giyinmiş tam gitmek üzereyken gördüm seni. Hiç konuşmadan hatta umarsızca baktın bana. Minik parodilerle süslenmiş ve yaramazlık yapmadan duramayan haylaz bir çocuğun, hınzırca gülümseyişi gibi oldu tanışmamız, tanıştırılmamız... Nereden bilebilirdim, bu giderayak dudaklara yapıştırılan gülümseyişlerin, yerini sevdaya bırakacağını...Kaçamak bakışlara gebe kaldı gözlerimiz ve aslında gözlerinde gözlerimi gördüğümü kimse anlamadı, kimse fark etmedi hüzünlerimizin seviştiğini.... Acılardan ve vedalardan geçen, artık olmaz diye direten bir yürek mahzunluğu vardı ortada, kahkahalarla örtmeye çalıştığımız. Çok sonraları fark ettik, örtmeye çalıştıkça bu mahzunluğun ortaya çıktığını. Direndik..Direndik bir zaman tutulmamak için aşka. Oysa gideceğini söyleyip de, göndermediğim bir sabah ayazında şekillenmişti cenin yorgun yüreğimde. Başım döndüğünde anladım, canlanmaya başladığını bir sevdanın içimde. Artık çok geçti ve büyüyordu sevda, hüzünle ve hasretle beslenerek... Yolların sana gelirken kısaldığı ve senden giderken uzadığı akşamlarda dokunduk birbirimize. Maskelerimizi kapı girişlerinde bırakarak, seyircisiz ve alkışsız sahnelerde seviştik. Seviştik ve çoğaldık fark etmeden. Her buluşma bir coşku, her ayrılık bir acı bıraktı yüreklerimizde. Uyurken seyrettiğim yüzün, hasreti törpüledi kilometreler ötesinden... Kalabalık korkularımız, evlat edindiğimizi sandığımız acılar ve peşimizden itinayla gelerek bizi takip eden endişelerimiz vardı. Sen umursadın, ben görmemezlikten geldim. Acılar paylaşılır dedim, sen paylaşılamayacağını savundun. Sarıldım sana bu savunmaların içinden. Gülmeni, sevginden önce istedim.Gülmenin gözlerine yakıştığını gördüğüm an..Oysa gülüşlerimiz bile hüzünlüydü gözlerimizde.Gözlerimizdeki bu hüzün çağırmıştı belki de sevdayı yüreklere,hiç beklemediğimiz bir an, ummadığımız bir gecede... Şimdi gecelerde, babasını arayan bir sevdayı emziriyorum. Nerde diye sorduğunda, işleri var, şimdi gelecek, diyerek yalan söylediğim sevdayı. Bilse seni kırdığımı, incittiğimi, beni bir daha sevmemesinden, ayaklanıp gitmesinden korkuyorum. Kendi söylediğim yalanlara, kendim inanmaya başlıyorum. Gecelerde, sevdam uykuya dalınca, sessizce ağlayıp, affedilmem için dualar ediyorum. Gecelerde, en çok seni özlüyorum... Sessizce gelişin, sessizce gidişin oldu. Dudaklarım cezasını konuşmayarak çekecek, gitmene sebep onlar oldu. Kadınlığımı çıkarttım, yıkadım ve askıya astım. Kimse görmesin, beğenmesin diye. Geldiğin gün giyinip, karşına öyle çıkacağım. Biliyor musun, ben hiç yağmurda dans etmedim. Belki de yağmur olan sendin, seninle dans etmek istedim...

Küs Kardeşler

Bir zamanlar, birbirine bitişik iki çiftlikte yasayan iki erkek kardeş vardı. Günlerden bir gün bu iki kardeş arasında bir anlaşmazlık baş gösterdi. İki kardeş arasında o zamana değin ilk kez görülen anlaşmazlık, giderek büyüdü ve kardeşler arasında ayrılığa neden oldu. İki kardeş, birbirlerine yalnızca küsmekle kalmadılar, yıllardır ortaklaşa kullandıkları tarım makinelerine değin sahip oldukları tüm araç gereçlerini ve mal varlıklarını da ayırdılar. Küçük bir yanlış anlama sonucu başlayan anlaşmazlığı izleyen ayrılık, giderek büyüyen bir uçuruma dönüştü ve en sonunda yerini, karşılıklı kullanılan hoş olmayan sözlere bıraktı. Bunun arkasından da beklenenler oldu ve kardeşler arasında önce şiddetli bir kavga, sonra da ürkütücü bir sessizlik yaşanmaya başladı. Bir sabah, bu iki kardeşten büyüğünün kapısına bir usta geldi. Elinde büyük bir marangoz çantası vardı. Ev sahibinden geçici bir iş istedi :- - "Yapılacak ufak tefek bir işiniz varsa, size yardımcı olmak isterim", dedi. "Elimden hemen her iş gelir. Birkaç gün çalışırım, işi bitiririm." Büyük kardeşin aklına o an bir "iş” geldi. - "Evet, sana göre bir işim var" dedi ve küçük kardeşinin çiftliğini işaret etti. "Şu derenin karşısındaki çiftlik, komşumundur. Daha doğrusu, benim küçük kardeşime aittir o çiftlik. Geçen haftaya dek benim çiftliğimle onun çiftliği arasında bir otlak vardı. Sonra o, buldozeriyle oraya ırmak bendi yaptı ve şimdi aramızda, otlak yerine, çiftliklerimizi birbirinden ayıran bir dere var." İş isteyen adam, büyük kardeşin söylediklerini dikkatle dinledikten sonra sordu : - "Benden ne yapmamı istiyorsunuz?" dedi. Büyük kardeş önce kuşkusunu, sonra da kararını açıkladı :- - "Kardeşim bunu, bana acı vermek için yapmış olabilir", dedi. "Fakat şimdi ben, onun yaptığından daha büyük bir şey yapacağım." Bunları söyledikten sonra adamı aldı, ahırların olduğu yere götürdü ve duvarın dibinde yığılı duran kütükleri gösterdi."Senden, bu kütükleri kullanarak, iki çiftlik arasında üç metre yükseklikte bir çit yapmanı istiyorum" , dedi. "Kaç gün çalışırsan çalış, nasıl yaparsan yap ama bana öyle bir çit yap ki, gözlerim kardeşimin çiftliğini artık görmek zorunda kalmasın". İş arayan usta, başını salladı:- - "Sanırım durumu anladım, efendim", dedi. "Şimdi bana çivilerin, kazma küreğin yerini gösterin ki hemen işime başlayayım. Büyük kardeş ustaya kazma, küreğin ve çivilerin olduğu yeri gösterdikten sonra, alışveriş yapmak için kasabaya gitti. Usta ise,tüm gün boyunca ölçerek, keserek, çivileyerek sıkı bir biçimde çalışmaya koyuldu. Akşam güneş batarken o işini bitirmiş, çiftlik sahibi büyük kardeş ise alışverişini tamamlamış, kasabadan dönüyordu. Çiftliğe gelir gelmez ustanın yaptıklarına baktı ve şaşkınlıktan gözleri, yuvalarından fırlayacakmış gibi açıldı. Karşısında, yapılmasını istediği çit yoktu ama, derenin bir yakasından öteki yakasına uzanan görkemli bir köprü vardı. Biri kendi çiftliğinin toprağına, öteki küçük kardeşinin çiftliğinin toprağına oturtulmuş sağlam iki ayak üzerinde, yanlarındaki korkuluklarına varıncaya dek tüm ayrıntılarıyla yapılmış ve tam anlamıyla "usta işi" denilecek kusursuzlukta bir köprü uzanıyordu. Büyük kardeş, hâlâ geçmeyen şaşkınlığıyla bu köprüyü seyrederken, karşıdan birinin geldiğini gördü. Dikkatle baktığında gelen kişinin, komşusu, yani küçük kardeşi olduğunu anladı. Kardeşi, kollarını iki yana açmış olarak köprünün karşı ucundan kendisine doğru yürüyordu : - - "Benim sana karşı yaptığım bunca haksızlığa ve söylediğim bunca kötü sözlere karşın sen, bu köprüyü yaptırarak ne denli iyi ve ne denli büyük bir insan olduğunu gösterdin", dedi ağabeyine. "Şimdi bir büyüklük daha yap ve sen de kollarını açarak bana gel..." Köprünün iki ucundan ortaya doğru yürüyen kardeşler, köprünün ortasında bir araya geldiler ve özlemle kucaklaştılar. Büyük kardeş bir ara arkasına baktığında, çantasını toplayıp, oradan ayrılmakta olan ustayı gördü. - - "Gitme, dur, bekle?" diye seslendi ona. "Sana yaptıracağım birkaç iş daha var, çiftliğimde..." Usta gülümsedi : - - "Ben buradaki işimi tamamladım, gitmem gerek", dedi ve ekledi : "Yapmam gereken daha çok köprü var..." "Köprüleri kurabilecek gücünüz hiç eksik olmasın, Köprüleri kurduktan sonra da, yıkılmaması için sık sık bakımını yapın, yani sevdiklerinize zaman ayırın, o köprü yoluyla sık sık gönüllerini ziyaret edin."